Norveçli yemek tasarımcısı Ida Skivenes’in tabaklarda oluşturduğu yenebilen tasarımları gerçekten harika. Öyle hoş ve zarifler ki insan yemeye kıyamaz. Sağlıklı kahvaltı alternatifleriyle sebze ve meyvelerden oluşan bu tasarımlar hem göze hem mideye hitap ediyor. Özellikle kahvaltı etmek istemeyen çocuklara eğlenceli gelebilecek ve iştahlarını açabilecek tabaklar... Doğadan ve Van Gogh, Klimt, Munch, Rothko, Mondrian gibi sanatçıların resimlerinden de esinlenilmiş :)
23 Eylül 2014 Salı
20 Eylül 2014 Cumartesi
Kadıköy Yeldeğirmeni'nde Murallar
M.Ö. 675’lerde kurulan Kalkedon’un korunması için yapılan surlar bugünkü
Yeldeğirmeni’ninden geçiyormuş. 15. ve 16. yüzyıllarda bahçeli köşklerin
olduğu bölgede rüzgara açık konumundan dolayı 1780’de I. Abdülhamit
tarafından yaptırılan dört yel değirmeninden hiç iz kalmasa da semt
Yeldeğirmeni adıyla anılmaya devam etmiş. Yahudilerin 1885 yılından
sonra yerleşmesiyle ve 1908 yılında Almanların yaptığı Haydarpaşa Garı
nedeniyle semtte konutlar, okullar, kilise ve sinagog inşa edilir.
İtalyan Apartmanı, Ankara Apartmanı, Ali Bey Apartmanı, Kehribardji
Apartmanı gibi İstanbul’un ilk apartmanlarına sahip semtte, 200’e yakın
tarihi eser niteliğinde eski bina da bulunuyor. Bir zamanlar Almanların
ve Yahudilerin oturduğu Art Nouveau süslemelerin olduğu ahşap, yığma taş
ve tuğla evlerin sayıları azalmış. Betonarme yapıların çoğu ise
1950-1970 yılları arasına tarihleniyor.
12 Eylül 2014 Cuma
Cunda Adası'nda Yazın Son Günleri
Aslında Sonbahar'ın ilk günleri demek daha doğru olurdu başlık için. Ne de olsa Eylül'ün ilk haftası takvime göre sonbaharın başlangıcı ama sıcaklık olarak yazı aratmıyor tabi o ayrı. Arkadaşlarla bir ay öncesinden planlayıp otelleri ayarladığımız Cunda Adası tatili birlikte geçirdiğimiz güzel anlara ve paylaşımlara bir yenisini daha ekledi. Zaten hayat sevilen kişilerle paylaşılan zamanlarla daha da anlam kazanıyor ve renkleniyor. Sabah erken saatlerde Cundavilla'ya geldiğimizde ilk izleminimiz olumluydu. Odaları gördüğümüzde de bu butik otelden memnun kalacağımızı anladık. Her ayrıntıda bir zerafet ve kalite vardı. Bahçede doğal ve lezzetli kahvaltıdan sonra deniz kıyısına indik. Aslında benim denize girme saatim geçmişti ama işte tutamadım kendimi; durgun ve temiz denize atladım. Yarım saatten fazla yüzdüm. Çıktıktan sonra güneşte kalmadım. Akşam 17.30 sonrası tekrar bir yarım saat yüzdüm. Tabi ki acısı çıkacaktı gece. Önceki tüm deniz tatillerimde olduğu gibi. Güneşlenmesem de, koruyucu kremler sürsem de hassas cildim denizde kaldığım süre boyunca yanıyordu. O yüzden sabah 7 - 8 arası ve akşam 18.00' den sonra girmem gerekiyordu...
22 Ağustos 2014 Cuma
Geceye Övgüler
“Şimdi biliyorum artık sonbaharın ne zaman olacağını / ışığın ne zaman ürkütemeyeceğini geceyi ve aşkı - mamurluğun ne zaman sonrasız ve tek, bitip tükenmez bir rüyaya dönüşeceğini. Cenneti çağrıştıran bir yorgunluk hissediyorum içimde... Sıradan insanların algılayamayacakları ve eteklerinden yeryüzünün akışının kaynadığı tepenin karanlık kucağından çıkan o billur dalga; her kim ki bir kez tadına varırsa, yukarılarda, dünyayı sınırlayan sıradağların zirvelerinde durup ötekilerdeki yeni ülkeye, gecenin yurduna bakarsa- gerçekten de o kişi bir daha dünya halinin koşuşturmalarına, ışığın sonsuz bir tedirginlikle barındığı o ülkeye bir daha geri dönmez.”
Novalis - Geceye Övgüler
15 Ağustos 2014 Cuma
İstanbul Boğazı'ndan Görünümler
İstanbul, Boğaz'da tekneyle seyahat edildiğinde insanın gözüne bir başka görünür. Denizin her iki kıyısında sıralanan birbirinden güzel yalılar, saraylar, köşkler, hisarlar, camiler, diğer tarihi yapılar ve ağaçlar görsel zenginliğe katkıda bulunurlar. Keyifli bir deniz gezisiyle İstanbul'un ruhunun güzel tarafını da keşfedersiniz. Bütün görkemli geçmişiyle ayakta durur ve gururla "Ben daha bitmedim" der. Beşiktaş, Maslak bölgesindeki yoğun yapılaşmayı saymıyorum elbette. Onlar silueti bozan
ve hoş olmaktan uzak görünümler. Ama değişim ve yapılaşma da kaçınılmaz
görünüyor. Nüfusu hızla artmaya devam eden ve sürekli konutlarla
büyüyen bir kent ne de olsa. Yine de çevre düzenlemelerinde kentin doğal
dokusunu göz önünde bulundurup ona göre inşaatlar yapılsa ve estetik
yoksunu binalar her yerden görülebilecek tepelere kurulmasa daha doğru olur. İstanbul'da
yaşayan veya ziyarete gelenlere önerim mutlaka bir Boğaz turuna
katılmaları. Özel turlarla ya da şehir hatlarının düzenlediği bir
saatlik turlarla hâlâ güzelliğini korumaya çalışan ve üç imparatorluğa başkentlik yapmış tarihi kenti gezmek mümkün. Özellikle Saffet Emre Tonguç'un yalıları anlattığı Boğaz turları popüler...
İstanbul Boğazı, Anadolu Yakası
5 Ağustos 2014 Salı
Arkeoloji Üzerine
C. W. Ceram'ın "Tanrıların Vatanı Anadolu"yu okudum. Daha önce "Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler"i okumuştum. Bu iki kitap arkeolojinin romanı. Arkeoloji en büyük tutkum. Bunu fark ettiğimde 14 yaşımdaydım. 1988'de Arkeoloji ve Sanat Tarihi bölümünü kazandığımda çok sevinmiştim. Arkeolog olabilecektim. Ama birkaç günde ben ve 40 öğrenci hayal kırıklığı yaşadık. Çünkü arkeoloji değil sanat tarihi eğitimi veriliyordu. Mezunlar arkeolog değil sanat tarihçi oluyordu. 4 yıl sanat tarihi eğitimi aldım ama arkeoloji sevgim hiç bitmedi.
1993 Haziran ayında Efes'te kazıya katılma girişimim oldu ama müze müdürünün koşulları uygun gelmedi. Oturmuş bir kazı değildi ve ekip yoktu. Oysa ben 25 yıldır orada kazı yapan ekiple çalışmak, staj yapmak istemiştim. Efes ve diğer yerlerde kazıları yürütenler hep yabancılar: Almanlar, Avusturyalılar, Amerikalılar... Neden buralarda Türk profesörleri ve öğrencileri kazı yapmıyor veya buna imkan sağlanmıyor? Öncelikle bunu karşılayacak paranın sağlanması gerekiyor ki devlet-üniversite fazla ödenek ayıramıyor. Öyleyse özel sponsorlar gerekir ki kimse parasını bu alanda harcamak istemiyor. 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren yabancı arkeologlar kazı yapmış ve pek çoğu buluntuları ülkesine götürmüş. Bunların çok azı geri gönderilmiş. Hele Bodrum'daki mozole ve Bergama'daki Zeus Sunağı'nın taşınması inanılmaz bir şey. Hâlâ tarihi eser kaçakçılığı devam ediyor. Kimi göz göre göre, kimi fark ettirmeden.
Madem her yerde kazıları yabancılar yapıyor, niye bu kadar çok Arkeoloji veya Sanat Tarihi bölümü açılıp her yıl yüzlerce öğrenciyi bu bölümlere kaydediyorlar. Madem Türkiye'nin sanatına ve tarihi değerlerine önem verilmiyor öyleyse bu bölümler ya kapatılsm ya da birkaç tane olsun ve en az öğrenciyle kaliteli eğitim yapılsın. Böylece bu alanda bir şeyler yapmak için çırpınanlar da ümitsizce dolaşmazlar ortalıkta.
*****Bu sayfalardaki yazıların tüm hakları yazara aittir. Sadece kaynak gösterilerek, yazar adı ve orijinal sayfanın aktif linki belirtilerek alıntı yapılabilir ve paylaşılabilir. Nalan Yılmaz adıyla tüm yazılar 'Creative Commons Attribution Noncommercial-No Derivative Works 3.0 Unported License' altında tescillidir.
28 Temmuz 2014 Pazartesi
22 Temmuz 2014 Salı
Nesneden Öte
Sıradan
pazar günlerinden biriydi. Haftanın bu son gününde dışarı çıkmaktan hoşlanmazdı.
Gazete, kitap okur, müzik dinler ve uyurdu. Televizyon izlemezdi. O günde
odasında müzik dinlerken kuzeni aradı. Havanın güzel olduğunu söyleyip yürüyüş
yapmayı teklif etti. Dışarı çıkmaya niyetli değildi ama bir yandan kuzeninin
davetini geri çevirmemek diğer yandan da sıkıntılı ruh halinin havanın
etkisiyle biraz da olsa azalacağını düşündüğünden olumlu cevap verdi. Hemen
üzerini değiştirdi. Teyzesinin oturduğu eve doğru yürümek için sokağa çıktı.
Hava gerçekten
iyiydi. Yarı yolu geçmişti ki kuzeniyle karşılaştı. Her buluşmalarında olduğu
gibi hemen koyu bir sohbete daldılar. Her seferinde somut olaylardan sıyrılıp,
soyuta, hayali ve düşünceye dayalı konu ve kavramlara yönelirlerdi. Kendisini
ve olayları sorgulaması ve bunlar üzerinde düşünceler oluşturmaya çalışma
çabası hiç bitmiyordu. Her duruma bir açıklama getirmeye çalışıyor, bir sebep
arıyordu. Kendiliğinden amaçsız oluşabileceklerine karşı da katı değildi. Hep
çelişkiler içinde kalıyordu. Beyazdan griye, griden siyaha gidiyor, tekrar
beyaza dönebiliyordu. Aslında
yaşamda her şeyin bir sebebinin olması gerekmediğini biliyordu. Fazla determinist
yaklaşım içinde olmayı da doğru bulmuyordu. Her şey modernlik çerçevesinde
nesnel ve rasyonel olup bu mantıkla açıklanmayabilirdi. Netliğin olmadığı,
belirsizliğin hâkim olduğu bir karmaşanın yaşandığı geçiş dönemi içinde. 20. yüzyıldaki
gelişmeler bunu göstermişti...
14 Temmuz 2014 Pazartesi
Mondrian Çılgınlığı
Piet Mondrian 1917 yılında Teo Van Doesburg ile birlikte kurdukları De Stijl akımının ve 20. yüzyıl başlarının
öncü sanatçılarından. Hollanda çıkışlı, düzen ve uyumun, sanatsal sezgi,
evrensellik ve yalınlığın önemsendiği De Stijl, ideal geometrik formlarla ve
ana renklerle doğayı dış görünüşünden soyutlamanın arayışındadır. Mondrian’ın
geliştirdiği Neoplastisizm’de karşıtlıklar
nesneli, düşünseli, erkeği simgeleyen dikeylerle ve özneli, maddeyi, dişiyi
simgeleyen yataylarla görselleşir. Saf gerçeği ve ifadeyi savunan Mondrian dik
açı ile birbirini kesen dikey ve yatay çizgiler arasında kalan siyah, beyaz,
gri, sarı, mavi ve kırmızı gibi renklerle fiziksel ve ruhsal dünyayı
birleştirerek evrensel öze ulaşmayı hedefler. Mondrian’a göre renk, simetrik
olmayan denge ve oran gibi resim sanatı unsurları mimari, mobilya ve dekorasyon
için de geçerlidir.
De Stijl tarzı ve özellikle Mondrian’ın
resimleri günümüzde de tasarımcılar için esin kaynağı olmayı sürdürüyor. Moda,
dekorasyon, mobilya, grafik, günlük kullanıma yönelik endüstri ürünlerinde ve
hatta gıda sektörlerinde örneklerini görmek mümkün. Kişiye özel tasarımın
önemli isimlerinden Fransız moda tasarımcısı Yves
Saint Laurent, Mondrian’ın beyaz, kırmızı, mavi, siyah ve sarı renk
bloklarından oluşan kompozisyonunu 1965 yılında kolsuz elbise üzerine uyarlayarak
sanatçıya hayranlığını da gösterir. Moda tarihinde önemli bir yere sahip olan ve
en çok kopyalanan elbisede kesişen kalın siyah çizgilerle karşıtlık oluşturan
renkler birbirinden ayrılır. Önden dikdörtgen görünümündeki elbise geometrik
tasarımıyla da De Stijl tarzını yansıtır. Sanat
eseri gibi sergilenen ve bir resmin elbise üzerinde baskısının ötesinde olan bu
ikonik tasarım modern sanatla moda etkileşimini çarpıcı biçimde ortaya
koyar.
20 Haziran 2014 Cuma
Balat, Fener, Kariye, Mihrimah Sultan ve Fatih
8 Haziran sabahı arkadaşlarımla mini İstanbul turlarımızdan birini daha gerçekleştirmek üzere Üsküdar iskelesinde buluştuk. Haliç hattına giden motora binerek yarım saatlik keyifli bir yolculuk sonrası Ayvansaray'a geldik. Hava bir güneşli bir bulutluydu. Yağmur yağacak gibiydi ama yağmadı. Öğle saatlerinde güneş çıktığında epey sıcak oldu o ayrı. Haliç'te seyir halindeyken tarihi yarımadanın siluetini bozan o çirkin köprünün altından da geçtik tabi. Ayvansaray'da parktaki boş salıncaklarda sallanmayı ihmal etmedik :). Park içindeki akıllı bisiklet kiralama sisteminde sorun vardı sanırım. Hiç bisiklet olmadığı gibi kilit sistemleri de parçalanmıştı nedendir bilinmez. Bisiklet kullanmaya teşvik etmesi açısından güzel bir uygulama. Ne var ki halkın da yeterince özenli olması gerekiyor. Ayvansaray'dan doğuya doğru yürüyerek kiliseleriyle ve sinagoglarıyla ünlü Balat'taki Özel Balat Hastanesi'nin önüne geliyoruz. 19. yüzyılın sonlarına ait bu yapı taş yığma ve zamanının eklektik mimari özelliklerini yansıtıyor. Neo Klasik unsurlar da dikkat çekiyor. Fener'de İstanbul Rum Ortodoks Patrikhane'sinin 1601 yılından
itibaren merkezi olan Aya Yorgi Kilisesi bulunuyor. İstanbul Patriği 6.
yüzyıldan bu yana Ekümenik Patrik olarak dünyadaki tüm Ortodoksların
ruhani lideri kabul ediliyor. Kilise'nin onarım çalışmaları 1991'de
tamamlanmış.
Kaydol:
Kayıtlar
(
Atom
)