7 Nisan 2010 Çarşamba

19. Yüzyıl Batı Resminde Melankoli

Batı sanatında melankolinin tasvirlerine Eski Yunan döneminden beri rastlanır. Bu tasvirler insanın acılarının, kaygılarının, suskunluğunun, sıkıntılarının, yalnızlığının sanatçı üzerinde bıraktığı etkileri ortaya koyar. Ortaçağ'da sanatçılar, toplumsal dengesizliği, büyücüleri, simyacıları, dini baskıları ve kasvetli ortamı gösteren yapıtlar üretirler. Flaman ve Alman ressamlar insanların ruh yapılarını, gülünç ve acınacak hallerini fantastik bir kurgu içinde aktarırlar. Bu dönemde melankoli acedia kavramıyla bir tutulmaya başlar. Acedia, kafakarışıklığından gelen ve bunalıma neden olan üzüntü, enerji düşüklüğü, içsel bıkkınlık, toplumsal yaşamdan uzaklaşmak, ilgisizlik ve tembellik olarak tanımlanır. Zamanı da temsil eden Satürn, melankoliklerin gezegenidir. Ortaçağ’ın sonlarında, melankoli tanrısı Satürn’ün, etkisi altında doğanlara zorluklar ve talihsizlik getirdiğine inanılır.

19. yüzyılda, içinde bulundukları düzenden hoşnutsuz Romantikler, geçmişe ve sonsuzluğa özlem duyarlar. Gerçeklerden kaçıp sezgilere, duygulara, efsanelere, uzak kültürlere, doğaya, mistik ve esrarengiz olana yönelirler. Doğanın görkeminden ve insanın doğa karşısındaki çaresizliğinden etkilenirler. Yüzyılın ikinci yarısında, Sembolistlerin simgesel ifadelerinde hayaller, yalnızlık, düşler, melankoli, gizem, tinsellik önemli unsurlardır. Varlıkların iç dünyalarını, nesnelerin gizini, doğanın ruhunu verirken, çağrışımlara ve sembollere başvururlar. Her sanatçı kendi gördüklerini, yaşadıklarını, edebiyattan aldıklarını, imgelem gücüyle bir araya getirir.

Alman Romantiklerinden Caspar David Friedrich’in doğa tasvirleri, ressamın duygularını, ruh durumunu ve iç dünyasını da simgeler. Çocukluğunun görüntüleri olan Baltık kıyıları, Harz dağları, erkek kardeşinin boğulduğu Elbe kıyıları, onun romantizminde rol oynayan faktörlerdir. Gün batımlarına, ay ışığı altındaki doğaya ve ağaçlara sevgi duyar. Doğa’nın kutsallığını ve yoğun mistikliğini resmettiği 'Deniz Kıyısında Keşiş' (1810) üç bölümden oluşur: ilk planda açık renk bir toprak, birkaç köpükle kabartılmış deniz ve resmin neredeyse tamamına yakını ise gökyüzüdür. Deniz kenarında, toprak üzerindeki uzun kahverengi giysili figür denize dönüktür. Uçsuz bucaksız doğa karşısında insanla evrenin bütünleşme isteği ve doğada yansıyan Tanrı ile insan arasındaki manevi bağ vurgulanır. Keşişin bulunduğu toprak; yeryüzü ve insanı, gökyüzü ise Tanrı’yı sembolize eder. Dar kara parçası, dalgalı, karanlık denizle birleşir. Başını elleri arasına almış, ufka doğru bakan keşiş büyük bir keder içindedir. Keşiş doğa güçlerinin ortasındaki insan varlığının önemsizliğini anımsatmak ve peyzajın ruhsal boyutunu sezdirmek için oradadır. Denizin koyu rengi, gökyüzünün ezici uçsuz bucaksızlığı, tenhalık, insanın bu durum karşısında yalnızlığı ve yok oluşu melankoliyi güçlendirir.

Romantiklerden İspanyol ressam Francisco de Goya, resim öğrenmeye çok küçük yaşta başlar. Roma'da İtalyan sanatını inceler. Halk arasında yaşar ve Fransız-İspanyol savaşına katılır.  Saray ve gündelik yaşam sahnelerini konu olarak seçer. Resimlerinde ve taşbaskılarında toplumsal olaylar, acımasızlık, savaşların kötülüğü ve yıkımları ürkütücü bir şekilde yansıtılır. '3 Mayıs 1808' (1814), halk ayaklanmasının bastırılmasını ve savaşın dehşetini gösteren bir örnektir. Kurşuna dizilmiş olan direnişçiler yerde kanlar içinde yatarlar. Resimde ilk dikkat çeken, beyaz bir gömlek ile sarı pantolon giymiş ve ellerini havaya kaldırmış kişidir. Korkuyla kendisine doğrultulmuş namlulara bakar. Çevresindekiler bu şiddeti görmemek için elleriyle yüzlerini kaparlar ve dua ederler. Silahlarını doğrultmuş dizili askerler ise, görevlerini en iyi şekilde yerine getirmeye çalışırlar. Tepelerin arkasında bir manastır görülür. Gökyüzü karanlıktır. Kasvetli resmin en ışıklı bölümü, beyaz gömlekli figürün çevresidir. Buradaki aydınlık, olması gerekenden fazla gibidir. Goya'nın bu resimle birlikte 85 gravürünün konusu, İspanya’nın Napolyon’un işgaline uğraması ve savaştır. Goya hayatının son yıllarında karabasanları, hayallerini, korkularını çizer. Gizemli yaratıklar, büyücü kadınlar, karaltılar, dehşetli ve gülünç olaylar kara bir romantizme dönüşür.

Goya’nın kara romantizmindeki melankoliye karşın, John Constable’ın açık hava ve doğa görünümlerinde hüzünlü bir hava sezilir. Romantik ressamlarda dalgalı denizin, gece yıldızlarla, gündüz bulutlarla donanmış bir gökyüzünün, ormanlıkların, kayalıkların ve çayırların göründüğü manzaralar öncelikli konulardır. Doğa, doğrudan bir gözlemin yanı sıra düş, tin ve duygusal değerler de katılarak resmedilir. Geçmişten bir kalıntının olduğu ıssız, sakin yerler tercih edilir. İngiliz Constable kırsallığa ilgisinin belli olduğu manzaralarında, noktasal boya kullanımıyla ve hızlı fırça vuruşlarıyla geçiciliği yakalar. Açıklı koyulu yumuşak ışıklı ve şiirsel manzaralarını, önceden belirlenmiş kurallara göre değil kendi gördüğü ve bildiği gibi yapar. Doğayı gerçekçi bir şekilde vermek ister. Kırlara çıkıp desenler çizer, daha sonra onları renklendirir. Bu özellikleriyle Barbizon Okulu ve Empresyonistler üzerinde etkili olur. 'Weymouth Körfezi'nde (1818), kompozisyonun üçte ikisini bulutlu ve hareketlilik içindeki gökyüzü oluşturur. Gökyüzünün kasveti ve dalgalı deniz fırtına habercisidir. Uzaklardaki tepelerin önünde bir çoban ve sürüsü görülür. Ön planda şapkalı küçük bir figür kayığın bulunduğu yere doğru yürür. Kapalı ve rüzgârlı hava ve sahildeki insanın doğa içindeki küçüklüğü, melankolik bir izlenim bırakır.

İngiliz J. M. William Turner da, neredeyse soyut denilebilecek peyzajlarıyla ünlüdür. Onun çalışmaları Constable'ınkilerden farklıdır. Zaman zaman insanlardan kaçan ve insanlara karşı kapalı biri olan Turner, 1851 yılında, nehir kıyısında, yalnız yaşadığı bir evde hayatını kaybeder. Doğa karşısında insanın acizliğinin gösterildiği sisli, bulutlu manzaraları tedirgin edicidir. Hareketli, ışıklı, sadelikten ziyade dramatik etkiyi arttıran bir karmaşa içindedir. 'Kar Fırtınası' (1842) adlı resmi, rüzgârlı havanın gemiyi nasıl allak bullak ettiğini izleyicinin zihninde canlandırır. Siyah lekeyle oluşturulan gemiyi seçmek zor olsa da, bayrak direğiyle orada dalgalarla mücadele eder. Parlayan bir ışık, koyu gölgeler, dalgalı deniz ve anafor çarpıcıdır ve doğanın zaferini pekiştirir. Heyecanları yansıtan, deniz ile gökyüzünün birbirine karıştığı ve konunun eridiği bir resimdir bu.

Küçük yaşta resim yeteneği fark edilen İngiliz John Everet Millais, Ön-Rafaellocu birliğinin kurucularındandır. Sembolizmin kaynaklarından biri olan bu birliktekilerin resimlerinde ayrıntı önem kazanır ve renkler parlaklaşır. Ön-Rafaellocular doğadan, tarihten, kutsal kitaplardan, efsanelerden esinlenerek belirledikleri konulara mistik anlamlar yüklerler. Tablolarında duyarlılığını ve imgelem gücünü yansıtan Millais’in, konusu bir şiirden alınan 'Sonbahar Yaprakları' isimli resminde (1856), dört çocuk bir yaprak yığınının etrafındadırlar. Arkada, mavi tepeli bir manzara ve bulutlu bir gökyüzü yer alır. Siyah giysili iki kız figüründen birinin elinde tuttuğu sepete, diğeri yaprakları koymak üzeredir. Her ikisinin de bakışları seyirciye dönüktür. Yanlarındaki açık renk saçlı, süpürge sapı tutan, yan durmuş kız yaprak yığınına bakmaktadır. Öndeki, bakışları donuk ve belli bir noktaya sabitlenmiş küçük kızın elinde ise bir elma vardır. O da diğer kızlar gibi hüzünlüdür. Kızların güzellikleri ve gençlikleri bu melankolik sahnenin belirginliğini engellemez. Sembolistlere göre nasıl kadın güzelliğinde ölüm ve kötülüğün simgelenmesi kaçınılmazsa, buradaki kızların güzelliği de ölümü ve kederi hatırlatır. Zamanın geçiciliği sararmış yapraklarla gösterilir.

1827-1901 yılları arasında yaşamış İsviçreli sembolist ressam Arnold Böcklin, çoğunlukla Yunan mitolojisindeki doğaüstü varlıkları ve ölüm temasını işler. Fantastik resimleri ve manzaraları gizemli bir atmosfere sahiptir. Ölüler Adası’nda (1880) ve Odysseus ve Calypso’da yoğun bir melankoli hakimdir. 'Ölüler Adası’nda,  yüksek kayalıklı, gökyüzüne uzanan sık, aşılamaz servi ağaçlarıyla kasvetli başka bir dünya göze çarpar. Efsaneye göre bu yalnızlık ve umutsuzluk adası bilinmezliğin ve gizliliğin yeri Hades’e giriştir. Karanlık gökyüzü ve iç karartıcı deniz, insanın kaçınılmaz sonuna işaret eder. 1885 ve 1886 tarihli, birine 'Melankoli' diğerine de 'Sonbahar Düşünceleri' adını verdiği iki tablosunda, kadın figürleriyle melankoli gösterilir. Geçmiş yüzyıllarda melankolinin kadın olarak tasvirinin bir devamı niteliğindeki ilk resimde, siyah giysili kadın elindeki aynaya bakar. Aynada yüzünü görmeyiz. Ayna, kadını kendi içine döndüren alegorik bir nesnedir. Diğer resimde, ayakta duran bir kadın, dere kenarında sudaki yansımasını izler. Her iki kadının da yalnızlığı, dalgın oluşları, başlarının öne eğikliği, mavi renk, koyu tonlar ve zamanın geçiciliğini gösteren düşen yapraklar melankoliyi pekiştirir. Buradaki kadınlar tatlı bir hüzün içindedirler. Düşüncelere dalmanın, hayaller kurmanın, bulunulan andan uzaklaşmanın verdiği o hazzı yaşıyor gibiler. İç ve dış dünyanın zamanı aynı değildir. Dalgınlık, bu dünya ile başka boyuta ve zamana geçiş arasındaki eşiktir.


Başka bir Sembolist ve Art Nouveau sanatçısı İsviçreli Ferdinand Hodler’in figürlü resimlerinde ve manzaralarında da belirgin bir melankoli vardır. 'Delphine Duchosal'in Portresi’nde (1885),  elinde bir çiçek tutan ve sandalyede dimdik oturan 12, 13 yaşlarında bir kızın ciddi ve yoğun bakışları kederlidir. Dudaklarında belli belirsiz, mesafeli ve donuk bir gülümseme fark edilir. Nereye baktığı belirsiz ama kendi düşüncelerine yönelik olduğunu tahmin etmek zor değil. Koyu renkli saçları ve koyu renk giysisi, elindeki çiçekle, beyaz teniyle ve narinliğiyle bir tezat oluşturur. Gözleri ve duruşu, yaşından beklenmeyen bir deneyime ve bilgiye sahipmiş gibi bir his uyandırır.

Hollandalı ressam Vincent Van Gogh’un 'Hüzün' (1882) adlı taşbaskısındaki oturan kadının başı dizlerine doğru eğilmiş ve kolları arasında kalmış. Koyu renk uzun saçları, çıplak sırtından aşağıya dökülür. Saçlar ten rengiyle karşıtlık yaratır. Bedenin dış hatları koyu renkle çizilmiştir. Kolları arasında kalan yüzü görülmez, ama büyük ihtimalle ağlamaktadır ya da üzgün bir ifade içindedir. Tek başına bırakılmış, çaresiz bir durumu vardır. Dertleriyle birlikte yapayalnız ve bir kenara itilmiş gibi. Kederin dokunaklı bir anlatımına tanık oluyoruz. Buradaki kadın, Van Gogh'un birlikte yaşadığı alkolik, gebe ve fahişe Sien'dir.

Van Gogh'un 1890 yılına tarihlenen 'Sonsuzluğun Eşiğinde'  resminde de, yine üzüntü içinde bir insan görürüz. Sandalyeüzerinde oturan, mavi pantolon ve gömlekli, yaşlı bir adamın derin acısı bize yansır. Yaşlı adam yumruk yaptığı elleriyle yüzünü kapamış ve öne doğru eğilmiştir. Dirsekleri bacaklarının üzerindedir. Gözleri ve yüzü görünmüyor ama o da ağlamaklı ve yıkılmış bir durumda. Aynı yıla ait 'Doctor Gachet’in Portresi’nde  ise, masaya dirseğini dayamış oturan bir adam vardır. Beyaz kasketli adamın yumruk yaptığı sol eli yanağındadır ve başını destekler. Düşünceli ve kederli Doktor Gachet'in, sinirli olduğu kadar hasta göründüğünü de belirtir Van Gogh. Figürün yüzündeki umutsuzluk ve acı, resmin her yanına yayılır. Bütün renkler ve çizgiler melankolik ruh halini açığa vurur. Üzerindeki lacivert ceket ve arka planın koyu mavi rengi ve yüzün solgunluğu ifadeyi güçlendirir.


Van Gogh’dan etkilenen Norveçli sanatçı Edvard Munch da, hüznü, acıyı, melankoliyi ve özellikle de hastalığı ve ölümü resmeder. Hem kendisi yalnız, acılar çekmiş, varoluşu, dünyadaki yerini ve görevlerini sorgular bir halde, insanın çaresizliğini ve umutsuzluğu duyumsar, hem de bu durumları başarılı ve etkileyici bir biçimde aktarır. Korkuları, hastalıkları, iç sıkıntıları ve onda bıraktığı etkileri sık sık konu olarak seçer. Figürlere melankolik bir görünüm veren ‘elleri başın üzerinde tutma’, Munch'un pek çok resminde dikkat çeker. Hayat Frizi -Hayat, Aşk, Ölüm hakkında bir Şiir- serisi içindeki 1894 tarihli 'Melankoli’de, düşünceli bir şekilde oturan bir erkek yer alır. 1891-1910 yılları arasında, melankoli adını verdiği beş ayrı resim yapar. İstediği ifadeyi tam olarak verememiş olması tekrar bu konuya dönmesine neden olur. Resmin ön kısmında, deniz kıyısında bir kayanın üzerinde denize dönük oturan siyah giysili adamın eli çenesine dayalıdır.* Saçı miğfer gibidir ve başı eğiktir. Dalgın ve üzgün yüzü geometrik olarak sadeleştirilmiştir. Uzaklarda geometrik ağaçlar ve bir iskele üzerinde birkaç kişi seçilir. Manzara, tüm resmin genel havasına ve adamın psikolojik durumuna uygundur. Ağaçlar ve dalgalı deniz, yatay ve düşey hatları oluşturur. Buradaki yalnız adam, Munch’un yazar arkadaşı Jappe Nielsen’dir ve çektiği aşk acısı yüzünden melankoliktir. Denize bakarkenki dalgınlığı, aslında denizi görmediğini ve kafasındaki düşüncelerle boğuştuğunu izleyene belli eder. Bedeni oradadır ama düşüncelerinde zaman ve mekândan bağımsızdır.

'Melankoli, Laura' (1899) adlı tabloda, melankoli kadının ruh durumuyla yansıtılır. Dürer’in tasvirindeki gibi kanatları, sihirli değneği yok, ne cadı ne melek ne de eli yanağında. Bu kadın hiçbir şey yapmadan oturuyor. Mavi tonlarındaki elbisesi ve hafif öne eğik hali pek genç olmadığını gösterirken, ten rengi sağlıklı. Bakışları ise sabit ve içe dönük. Kimseyi, hiçbir şeyi görmüyor. Dışarıdaki dünya umurunda değil. Bir eli kucağında diğeri bacağında duruyor. Önünde, üzerindeki saksıda iki çiçek olan bir masa, perdesiz pencereden durgun manzara göze çarpıyor. Bazı kaynaklarda, masa örtüsünün deseninin, insan vücudundan bir organı simgelediği belirtilir. Eğer bu bir beyni işaret ediyorsa Munch’un kız kardeşi Laura’nın zihinsel hastalığını vurgulayabilir. Gökyüzü mavi, ama karla kaplı bir manzara var. İçeride öylece oturan eylemsiz kadının baharın güneşli günlerini beklediğini, kışın uyuşukluğundan ve dalgın, karamsar düşüncelerinden kurtulabileceğini ummaktan başka yapacak bir şey yoktur.

Manzaralardaki ve insan figürlerindeki bu melankoli, yaşanılanların, sorgulamaların, düşüncelerin sonucunda yoğun bir kedere veya haz duyulan tatlı bir hüzne yol açan anlamlı bir başkaldırıdır. Her şeyden soyutlanıp kendi içine yönelme ve belki de derinlerde kaybolma, güçsüzlüğü ve çaresizliği fark ettirebilir. Melankoli arada olmakla, yavaşlamakla, yalnızlıkla, çelişkilerle, kararsızlıkla yan yana dursa da sarılacak tek şey umut olacaktır.

*Melankolik insan tasvirlerinde ‘elleri yüze dayama’ Antik Yunan sanatında da görülen bir duruştur. Ancak Albrecht Dürer’in Melencolia 1 adlı gravüründen sonra pek çok kez başvurulur. Melankolik figür genellikle bir taşın üzerine oturur, dirseklerini dizlerine dayar ve eli çenesindedir. Bu hareket, düşünceler içinde olmanın sembolü olarak kalıplaşır.

Kaynaklar:
 
1- Binkert, Dörthe, Melankoli Kadındır, çev: İlknur İgan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1995
2- Bischoff, Ulrich, Edvard Munch, Benedikt Taschen, Köln, 1993
3- Cassou, Jean, Sembolizm Sanat Ansiklopedisi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1987
4- Claudon, Francis, Romantizm Sanat Ansiklopedisi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1988
5- Hélène Prigent, Melankoli, Bunalımın Başkalaşımları, çev: Orçun Türkay, YKY, Mayıs 2009
6- Sala, Charles, Caspar David Friedrich and Romantic Painting, Terrail, Paris, 1993
7- Teber, Serol, Melankoli, Normal Bir Anomali, Say Yayınları, İstanbul, 2001
8- Walter, Ingo, F., Vincent Van Gogh, Vision and Reality, Benedikt Taschen, Köln, 1993
9- http://nalanyilmaz.blogspot.com/

NALAN YILMAZ, 19. Yüzyıl Batı Resminde Melankoli, 5 Nisan 2010, Lebriz Sanal Dergi
*
****Bu sayfalardaki yazıların tüm hakları yazara aittir. Sadece kaynak gösterilerek, yazar adı ve orijinal sayfanın aktif linki belirtilerek alıntı yapılabilir ve paylaşılabilir. Nalan Yılmaz adıyla tüm yazılar 'Creative Commons Attribution Noncommercial-No Derivative Works 3.0 Unported License' altında tescillidir.  Creative Commons License

0 comments :

Yorum Gönder



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...