17 Kasım 2009 Salı

Piero Della Francesca'nın ‘İsa'nın Dirilişi’ Adlı Resminde Alberti Kuramlarının Uygulanışı

Leon Battista Alberti; ressam, mimar, mühendis, geometrici, oyun yazarı, Latin yazarı uzmanı, tanrı bilimci ünvanları ve çok yönlü kişiliğiyle -Leonardo da Vinci gibi-, 15. yüzyılda İtalya’da Rönesans’a özgü evrensel insan tipinin önemli isimlerindendir. 1435'te Latince, 1436'da İtalyanca olarak basılan "Della Pittura - Resim Üzerine-" adlı kitabındaki teorileri ile çağının ressamlarını etkilemiştir. Üç bölümlü kitabın I. bölümünde edebi, felsefi analizler, biçimler ve analizlerin incelenmesi yer alır. II. bölümde kompozisyon tekniklerinden söz eder ve genç sanatçılara öğütler verir. III. bölümde ise bir ressamın nasıl olması ve nelere dikkat etmesi gerektiği hakkında bilgiler bulunur. Bu kitaptan etkilenen ressamlardan bazıları: Domenica Veneziano, Fra Angelico, Ucello, Fra Flippo Lippi, Polla Iuolo, Botticelli ve Piero Della Francesca'dır. 

1420-1492 yılları arasında yaşamış olan P. D. Francesca'nın Rönesans sanatını belirleyen özelliklerin görüldüğü resimlerinde geometrik ve anıtsal figürlere rastlanır. İtalya'da çeşitli kilise, katedral ve belediye binalarında freskleri bulunan ressamın İsa’nın Dirilişi’ adlı resmi 1463 tarihli ve 225 x 200cm boyutlarındadır. Sansepolcro’daki Halk Sarayı’nın duvarına fresko tekniğinde yapılmıştır. İsa’nın ellerinde, ayaklarında, ve sağ göğsünün altında çivi ve mızrak yaraları vardır. Mezarın önünde, yüzleri seyirciye dönük, uyuyan iki, ön düzlemde de İsa’nın dirilişinden dolayı şaşkın iki olmak üzere dört muhafız görülür. Şaşıran muhafızlardan soldaki yüzünü elleriyle örtmüş, sağdaki irkilerek geriye çekilmiştir. Çeşitli kaynaklarda tam karşıdan görülen, yüzü seyirciye dönük otuz yaşlarındaki figür Piero Della Francesca’nın kendisidir...

İsa’nın sağ ayağı lahitin içindeyken, sol ayağı yukarıdaki pervaz üzerindedir. Sol eli dizinin üzerinde dururken, sağ eliyle dalgalanan kırmızı beyaz zafer bayrağını tutar. İsa’nın üzerindeki açık pembe giysisi Alberti’nin ifade ettiği gibi vücudun hareketine uygun olarak yapılmış. Heybetli kıvrımlarla vücut altındaki hareket belli edilmiş. Kıvrımlar figürün sağ göğsünün altındaki mızrak yarasına doğru hareket eder ve bakışı oraya doğru çeker. Kaslı gövdenin klasik biçimi soldan gelen alçak ışıkla şekillendirilmiştir. Yüzü vaftiz sahnesindeki gibi düzgün, dudakları kıvrımlıdır. Büyük açık gözlerinden ölümün sırrı anlaşılmaz. İsa’nın başı üzerindeki hale onun kutsal kişiliğini gösterir. Alberti ‘ölü birinin çizilebilmesi için vücudunun her yerinde ölü olduğu vurgulanabilmelidir’ diyordu. Burada ölünün canlanışı ve dinamik hareketi iyi verilmiş.

Mezarın önünde dört gözlemci nöbetli olarak uyuyorlar, vücutları bir demet gibi toplu halde duruyor. Büyük göz oyukları, geniş çene kemikleri ve kare çeneleri Etrüsk heykelini çağrıştırır. Soldaki ağaçlar ve manzara çorak, sağdakiler yapraklarla dolu. Calvary yolunda İsa şöyle dedi: ‘Eğer bunu yeşil ağaçlarda yaparlarsa kurularda ne yapacaklar?’ bunun anlamı ‘Eğer bunu bana sağ olduğumda yaparlarsa öldüğümde ne yapacaklar’ dır. Bu resimde de çorak ve kurak kısım İsa’nın ölü halini,canlı ve yapraklı kısım ise diri halini temsil ediyor
” (2).

Alberti’nin figürlerin iki boyutlu düzleme geçirilmesi problemine karşı getirdiği yenilik pramidal düzenlemedir. Bu resimde de böyle bir düzenleme dikkat çeker. Hatta birbiri içine geçmiş üç pramidal düzenleme var. İlkinin üst köşesi İsa’nın başına, sol köşe askerin sırtına, diğer köşe ise sağdaki askerin başına denk düşer. Bu üçgen diğer piramidal düzenlemeleri de içine alır ve en büyük piramit olur. Daha küçük olan üçgenlerden birinin soldan ikinci askerin başı üzerinde üst köşesi, sol kolunda diğer köşesi, en soldaki askerin sırtında ise öbür köşesi yer alır. Küçük üçgenlerden ikincisinin üst köşesi sağdan ikinci muhafızın başının üzerinde, diğer köşesi dirseğinde, sağdaki köşe ise en sağdaki muhafızın başı üzerindedir. Bu üçlü piramidal düzenleme resme anıtsallık ve boyut kazandırır.
Nalan Yılmaz, Piero Della Francesca'nın İki Yapıtına Alberti Bakışı, Türkiye'de Sanat, Plastik Sanatlar Dergisi, no: 73, Mart\Nisan, 2006, s: 36-41
Bu kompozisyonda üçgen kurgu dışında Alberti teorilerine uygunluk, Piero’nun İstoria kavramını bildiğini gösterir. İstoria resmin boyutlarıyla değil anıtsallığı ve dramatik içeriğiyle değerli olmasıdır. Temaların anlatılması, ifade edilmesi, figürlerin yerleşimi ve seyirciye aktarılması önemlidir. İstoria için Alberti antik temaları önerir. Bu konuların istoriayı daha iyi verebildiğini söyler. ‘İsa’nın Dirilişi’ adlı resimde de uyuyan figürlerin yüz ifadeleri özenle yapılmıştır ve gerçekçidir. Diğer iki figürde ise şaşkınlığın verdiği ifadeler görülür. Biri yüzünü elleriyle kapamıştır, diğeri ise irkilip geriye çekilmiştir.

Alberti resmin perspektif ve geometrik kurallara uygun yapılması gerektiğini belirtir kitabında. Perspektif seyirci ve eser arasında önemli bir bağdır. Perspektifle seyirci yönlendirilir. Perspektif ve matematik istoria için de araçtır. Matematik sanatçının dünyayı kontrol edebilmesi için gereklidir diyor Alberti. Piero Della Francesca’ da matematik, perspektif ve geometrik kurallar üzerine çok çalışmış bir ressamdır. Hatta Alberti’nin bu konudaki teorilerini de geliştirmiştir. O nedenle resimlerinde, Rönesans resmini de belirleyen özelliklerden matematik, perspektif ve geometrik kurallarına özenle uymuştur
.

Resimde her tarafa yayılan ışık göze çarpar; yamaçlarda, bulutlarda, figürlerde aynı orandadır. Işık yayılımında ve geçişlerde yumuşaklık var. Figürler hareketlidir. Oturan, ayakta duran, giysili yarı giysili figürler önden, arkadan ve yandan resmedilmişler. Hareketler doğal ve yumuşak, kıyafetler vücudun hareketine uygundur. Kompozisyonda yatay ve dikeylerle denge kurulmuştur. Lahitin pervazının keskin yatay hatlarıyla bulutlar paralelken, ağaçların dikeyliğine İsa’nın ve elinde tuttuğu bayrağın sapının dikeyliği ile muhafızların dikey duruşları paraleldir. Alberti resimde kullanılan renklerde çeşitlilik ve bolluğun ressama ün getireceğinden söz eder. Bu resimde sanatçı özellikle muhafızların giysilerinde renklere özen göstermiştir. İsa’nın üzerindeki giysi pembe, en soldaki muhafızın şapkası ve çizmesi kırmızı, giysisi yeşildir. Yanındakinin giysisi kahverengidir. Sağdaki muhafızların arasında kırmızı renkli bir kalkan vardır. İsa’nın başının üzerindeki hale sarı, bayrak kırmızı-beyaz, gökyüzü ise açık mavidir. Lokal renk kullanımı söz konusudur. Renkler arasındaki geçişler yumuşaktır
.

Alberti, ressamların büyük panolar üzerine çalışmaları gerektiğini, büyük çalışanın küçük de çizebileceğini belirtir. P. D. Francesca da büyük panolar üzerine ya da duvara resim yapmıştır. Bu resimde bir duvar freskidir. Resimde doğal olmayan hiçbir şey yoktur. Bu da Alberti’nin önerdiği bir şeydi. Her şey doğal ve gerçeğe uygun olmalıdır. Sanatçı doğadaki her şeyi iyi ve doğru verebilmelidir. Piero’nun bu konuda da başarılı olduğu görülür. Anıtsal, ölçülü, uyumlu, dingin, yatay ve dikey dengelemeyle kurulan bir düzene, ön ve arka planın olduğu, perspektif kurallarına uygun ve bunun getirdiği derinliğe sahip geometrik kompozisyon, Alberti’nin resim teorilerine uygunluğuyla dikkati çekiyor
.

Notlar

 
(1) Cömert, Bedrettin, Mitoloji ve İkonografi, H.Ü. Yayınları, Ankara, 1980. s: 236
(2) Hartt, Frederick, History of Italian Renaissance Art, Harry N. Abrams Inc., New York. s: 236


Nalan Yılmaz, 8 Mayıs 2005, Hürriyet, Agora
ve
Piero Della Francesca'nın İki Yapıtına Alberti Bakışı, Türkiye'de Sanat, Plastik Sanatlar Dergisi, No: 73, Mart\Nisan, 2006, s: 36-41

*****Bu sayfalardaki yazıların tüm hakları yazara aittir. Sadece kaynak gösterilerek, yazar adı ve orijinal sayfanın aktif linki belirtilerek alıntı yapılabilir ve paylaşılabilir. Nalan Yılmaz adıyla tüm yazılar '
Creative Commons Attribution Noncommercial-No Derivative Works 3.0 Unported License' altında tescillidir. Creative Commons License

14 Kasım 2009 Cumartesi

Kasım

Güzden kışa geçiş. Sonbaharın tam kendini gösterdiği ay. Yağmur. Ağaçlardaki sayısız tonlarda yeşil, sarı, turuncu, kırmızı, toprak renklerindeki yaprakların gösterişle sahneye çıkışları ve sona doğru giderken zarif dansları. Bir şeyleri hatırlatan simgeleyen yapraklar döküldüklerinde oluşturdukları o görüntü, aralarında dolaşırken çıkardıkları hışırtı, keyfine varılacak anlar. Belki uzun süredir görülmemiş birisiyle bir kahve içmek, derin konular veya geçen zaman ve kişisel hayatlar üzerine konuşmak. Belki kabullenmişlik dünyada yaşayan her insanın zamana yenik düşmesini. Anın geçip giderken ya da öyle sanılırken bıraktığı o buruk tortunun ve tatlı hüznün hissettirdiğine yoğunlaşmak. Güncel, ülkesel ve evrensel sorunlardan, çevrelendiğimiz toplumun ve içindeki insanların bilincimizi bulandırmasından uzaklaşmak. Önemsiz şeylere takılıp kalmamak. Gülmek. Kasım mı bunları hatırlatan? Bir şarkı vardı November Rain Guns and Roses. O günlerde dinlerdim. Sanki uzak bir tarih. 'Autumn in New york' kasım ayında geçen bir aşk hikayesi miydi? 'Sweet November' kesin öyleydi. Romantik komediler :), izleyesim yok tabi. Bu aralar Flashforward favorim. Kuantum fiziğiyle ilgili kitapları ilk 15 yıl önce okumuştum. Bu dizi de kuantum fiziğine göndermeler var.

8 Kasım 2009 Pazar

Bilim ve Sanat Koruyucuları: Mesenler - 2

Avrupa’daki Ortaçağ ile Doğu’daki farklıdır. Avrupa’da bu dönemde sanat kilisenin ve dinin egemenliğindeyken Doğu sanatı, bilimi ve düşünce dünyası çok çeşitli, daha özgür ve üretkendir. Mesenler genellikle hükümdar veya yönetim çevresindendir. 1300’lü yılların başında Reşidettin tarihi metinlerden oluşan kitaplar yazdırıp resimlettirir ve dönemin hükümdarlarına gönderir. Özellikle 15. yüzyılda Bağdat, Tebriz, Herat, Şiraz, Semerkant gibi Doğu kentlerinde sanat ve zanaat işlerinin yapıldığı atölyeler bulunur. Şiraz’da Timur’un torunu İskender Sultan himayesinde çalışan sanatçılar ve astronomi ile ilgilenenler daha sonra Herat’a giderler. Herat atölyeleri 1418’lerden 1507’ye kadar süren hareketli bir sanat ortamı oluşturur. Kendisi de şiirler yazan Timurlu Hüseyin Baykara birçok nakkaş, şair ve düşünürü koruyan bir hükümdardır. 1433’den önce Gıyaseddin Baysungur Herat’ta nakkaşhane denilen atölye, işlik ve kütüphane yaptırır. Burada bir arada çalışan sanatçılar tarafından el yazma kitaplar hazırlanır, mimari ve köşk tasarımları yapılır.

Tekrar Avrupa’ya dönersek; Michelangelo Floransa’da kaldığı yıllarda Lorenzo Medici tarafından dört yıl boyunca teşvik edilir ve Medici Sarayı’nda yaşar. Onun kurduğu San Maria Sarayı bahçesindeki heykel okuluna gider. Medici’lerin anıtsal ve yalın antik heykel birikiminden yararlanır. Sonraki yıllarda aile için anıtsal eserler, Kitaplık, Medici Şapeli ve Mezarlığı meydana getiren bu inanılmaz yetenek Mediciler’den sonraki çöküntü içindeki İtalya’nın durumundan etkilenir. 16. yüzyılda Roma’da Papa mesendir. Michelangelo, Raffaello ve Tiziano Papaların verdiği siparişler sonucu önemli işler ortaya çıkarırlar. Raffaello Vatikan’da 'Raffaello Odalarını' Medici korumasındayken resimler. Michelangelo sanatçıların patrona bağımlılığını kırarak öngörüldüğü gibi değil kendi yeteneği ve tarzı doğrultusunda hareket eder ve bağımsız bir tutum da sergiler. Yeteneğine hayranlık duyulan ama uzlaşmayan kişiliği yüzünden korkulan biridir.

6 Kasım 2009 Cuma

Bilim ve Sanat Koruyucuları: Mesenler - 1

Bilim ve sanat koruyuculuğu anlamına gelen mesenlik çağlar boyunca varlığını sürdürür. Ülkelerin, toplumların ilerlemesinde büyük rol oynayan sanat, kültür, bilim gibi yüksek değerler dini, resmi ya da özel kurumlar, burjuva, tüccarlar ve üst düzey yöneticiler tarafından sağlanan imkânlarla gelişme gösterir. Sanat önceki yüzyıllarda zenginlikle bağlantılıdır. Her kesimin ulaşabileceği bir şey değildir. Bu da onu prestijli bir duruma getirir. Mesenler sanatı önemsedikleri için mi yoksa saygınlık edinmek için mi desteklerler? Sanat nesnelerine sahip olmanın ve onları üretenleri korumanın belli bir saygınlık ve hayranlık uyandırdığı doğrudur. İhtişamı artırırken gücü ve zenginliği de ifade edebilir. Sosyal, politik ve toplumsal nedenlere dayanabilir. Yine de daha çok sanatsever ve yeniliklere açık fikirli aydın kişilerin yapılan yardımdan karşılık beklemeleri yerine hayırseverliği olarak görmek mümkündür.

28 Ekim 2009 Çarşamba

Hiçlikte Bir An

Sessizlik seslerin arasındaki boşluklarsa onu fark edebilmek de ayrıcalık. Sessiz olan tüm seslerden, kargaşadan, patırtıdan uzak anlamını ve varlığını mütevazilikle iddiasız bir şekilde içinde taşır. Ses ve konuşmalar sessizliğin değerini artırır. Sessizlik istiridyenin içinde saklı inci gibidir. Evrende sessizlik var mı? Zaman, mekan kavramından soyutlanmış evrensel bir şey salt sessizlikte olsa kendi sesine sahiptir

Hayat kısa diye ne kadar çok deneyim yaşanırsa o kadar iyi midir? Her şey çok hızlı mı olmalıdır hayatta? Yavaşlık ve sakinlik uyuşukluk değildir. Sadece doğal bir akış vardır ve o da hızla yönünü bulmaz. Kadercilik ya da oluruna bırakma değil bu. Eğer her şey çok hızlıysa biraz yavaşlık ve sükunet eğer çok yavaşsa biraz daha devinim ve ivme gerekir. Zıtlıklar bazen birbirine yaklaşabilmeli ki denge sağlanabilsin. Kutuplar arasında gidip gelebilmeli. Sadece bir tarafta kalınca eksik olur.

Yaşam sorgulamaz sadece olduğu gibidir, öyle kalır. Herkes farklı değerlendirir...

18 Ekim 2009 Pazar

Hiçlik

"Manevi anlamda hiçliğin tarifi şudur; “Hiçlik, Tanrının yüceliği ve bilgisi karşısında, O’na hayranlık ve saygı duyarak, kendi küçüklüğünün farkındalığını yaşama halidir.” Hiçlikte bilginin getirdiği büyük bir tevazu da vardır. Hiçlik aynı zamanda büyük bir bilgeliktir. Ayrıca hiçlikte kendini, yerini ve haddini bilme hali de vardır. Yaşam bir sonsuzluktur. Bunu bir bilebilsek! Korkularımızdan, kontrollerimizden, kendimizi “ben” dediğimiz duygularımızdan bir kurtarabilsek! Önce kendimizi, sonra herkesi, sonuçta hiçliği sevebilsek! Hiçlik kadar küçülebilsek, o noktaya varabilsek! O zaman neler olacağını, nerelere varabileceğimizi bir görebilsek! Bunu, şimdiki halimizle bir kıyaslayabilsek, bir karşılaştırabilsek!...Tanrıya, birliğe varmanın yolu hiçlikten geçer. " Erol Yurderi

 Yazının tamamı ise şu adreste:

 http://bilgelikyolu.wordpress.com/category/ruhsal-gelisim/hiclik/

12 Ekim 2009 Pazartesi

Flâneur ve Aylaklık


Flâneur için aylaklıkla kazanılan çalışarak kazanılandan çok daha değerlidir. Breton’un ‘İnsan çalışmak zorundaysa hayatta kalmak neye yarar’ (6) sözü flâneur’a yakınlığını gösterir. Flâneur işsiz gezen biri olarak işbölümü ve uzmanlığı umursamaz. İnsanların iş peşinde koşturmalarını anlamsız bulur. “Yaşamın uğursuz zorunluluklarının çalışmayı zorla dayatıyor olmasına bir diyeceğim yok, evet de, buna inanmamın istenmesine, kendimin ya da başkalarının çalışmasının yüceltilmesine gelince, bu asla... Gece karanlığında yürüyüp de gündüz yürüyor sanmayı yeğliyorum. Çalışıp emek harcamanın hiçbir işe yaradığı yok. Herkesin yaşamının anlamını ortaya çıkarmasını bekleyebileceği olay, belki henüz rastlamadığım ancak peşi sıra giderken kendimi aradığım olay emek pahasına sağlanan bir şey değildir” (7)...

Breton Nadja’da ‘çalışmaya mahkum insana çalışmadan yakasını sıyıramadığı için acıdığını’ belirtir. Oblomov da hiçbir zaman işe giremeyen işsizlikten zevk almak istese de ve avutucu şeyler bulsa da sıkıntıdan kurtulamayan biridir. Tembel gibi işten kaçıp işsizlikte mutluluk bulmaz. Oblomov için yüz parçaya bölünmeden ruh ve vücut güçlerini belirsiz şeylerde harcamamak mutluluktur. Yazmayı boşuna kafa ve ruhu harcayıp, hayalleri, düşünceleri satmak olarak görür. Tıpkı Yusuf Atılgan’ın ‘aylak adam’ının ifade ettiği gibi; “İş avutur derdi babası. O böyle avuntu istemiyordu. Bir örnek yazılar yazmak, bir örnek dersler vermek, bir örnek çekiç sallamaktı onların iş dedikleri. Kornasını ötekilerden farklı öttüren bir şoför, çekicini başka ahenkle sallayan bir demirci bile ikinci gün kendi kendini tekrar ediyordu. Yaşamın amacı alışkanlıktı, rahatlıktı. Çoğunluk çabadan yenilikten korkuyordu. Ne kolaydı onlara uymak” (8). "Aylak olmak dünyanın en zor işiydi" (9). “Biri çıkıp yazsa. Ben? Yapamam, yaşamak varken. Ben ya ararım ya da yaşarım” (10)
...

Tamamı
Melankolik Aylak adlı yazımda.

***** Bu sayfadaki yazının tüm hakları yazara aittir. Sadece kaynak gösterilerek, yazar adı ve orijinal sayfanın aktif linki belirtilerek alıntı yapılabilir ve paylaşılabilir. Nalan Yılmaz adıyla tüm yazılar 'Creative Commons Attribution Noncommercial-No Derivative Works 3.0 Unported License' altında tescillidir.  Creative Commons License  

10 Ekim 2009 Cumartesi

Yalıtım - Soyutlanma

Yalnızlık insanın yakasını bırakmaz ve kendisiyle yaşatır. Bazen ondan kurtulmak istenir, bazen de ona sığınmak. Ne onunla ne de onsuz yapılır. Yalnızlık hissetmemek için uğraşlar edinilmeye çalışılır. Yalnızlık unutulmak istenir. Uzak durulması ve çağrılmaması gereken kötü bir cin gibidir. Mutsuzluk getireceğine inanılır. Ama o unutulamaz. Mutlaka bir aralık bulup ortaya çıkacaktır. Anlaşılmayı sonuna kadar yaşanılmayı isteyecektir. Çünkü yalnızlığı ve soyutlanmayı bilmeyen kendini de bilemeyecek korkularıyla yüzleşemeyecektir.

İnsan garip bir yolcudur. Nereden gelip nereye gittiğini bilmeden suskun, cevap vermeden geçip gider yolunda yalnız başına. Gördüklerini ve yaşadıklarını yüzünde taşır...

5 Ekim 2009 Pazartesi

"Ölmek ya da Olmak, İşte Bütün Mesele"

"Eski aşıklar sevgili uğruna ölmeyi bir ideal, bir amaç bilirlermiş. Sevgilinin penceresi önünde naralanıp söğüt yaprağı bıçak ile bileğini dirseğine kadar yaran aşık da, gönül sultanının geçtiği yola yatıp ya üstüne basıp geçmesini,yoksa bir kerecik olsun yüzüne bakıp gülümsemesini isteyen aşık da ölmek ile olmak arasında kendini kaybediyorlardı. Onlar, uğruna ölünecek sevgililer buldukları için bahtiyar idiler. Gün gelir, sevgililer de aşıklarını sever umudunu içlerinde durmadan büyütüyorlardı. Oysa aşk, iki kişi arasında asla eşitlenmeyen bir şeydi. Allah, aşığın uğraştığı sevgiyi maşuktan esirgemişti. Bunun içindir ki aşıklar, ya kendilerine verilen derdin aynısının sevgiliye de verilmesi ya da sevgilideki vurdumduymazlığın aynısı ile kendilerine de ihsanda bulunulması için yakarır dururlar. İsterler ki, Allah aşkı seven ile sevilen arasında eşit bölüştürsün… Oysa aşk bu demek değildir. Seveni sevmek kolaydır; marifet o sevmediği zaman da onu sevebilmektir. Gerçek aşık bilir ki, kendi içindeki aşk ateşinin aynısı sevgilide de vardır ve gönülsüz de olsa, o da aşkı duyumsamaktadır. Ne var ki sevgili çok sabırlı, aşık da çok sabırsız olduğu için bu aşk yarası tek taraflı kanamaktadır...

O acılar, o ayrılık ve hasret ateşleri aşığı yakıyorsa öte yandan da pişiriyor demektir… Aşık, ancak bu pişirme sürecinde ham iken olgun, çiğ iken kâmil olur. Çünkü aşk yolunda varılacak merhalelerin en yücesi, aşkın olgunluğu ile kendi dünyasını kurabilmektir. O mertebeye gelindikten sonra aşk uğruna can vermek aşığa âsân gelir. Buraya kadar söylediklerimizi bir de öbür türlü söyleyelim: Amaç aşk uğruna ölmek değil, uğruna ölünecek aşkı bulmaktır. Bu aşk, cennet emelinden uzaklaşıp cemale erme hedefini gözetir. Böyle bir aşka giriftar olduktan sonra geriye ne kalır ki!?... Dünyayı elinin tersiyle itiver gitsin!.. Hani Fuzûli diyor ya: Cennet için men eden âşıkları didârdan / Bilmemiş ki cenneti âşıkların didâr olur (Cennetten uzaklaştırıldığı gerekçesiyle aşıkları sevgilinin didarına (yüzüne) bakmaktan alıkoyan kişi bilmiyor ki aşıkların cenneti sevgilinin yüzüdür!..) İmdi başa dönünüz ve yalnızca sevmek için seven aşığın tavrı ile hedefi sevgilinin yüzünü görebilmek olan aşığın gayretini ölçünüz; arada beşeri, mecazi, platonik, tasavvufi ve ilahî aşkların harmanlandığını fark edeceksiniz.
Aşk ki vardır, gerisi vesairedir"

İskender Pala, Kitab-ı Aşk, Alfa Yayınları, 1. Basım, Şubat 2005, İstanbul, s: 21, 22

3 Ekim 2009 Cumartesi

Gerçeğin Sınırında ve Ötesinde Bulanıklaşan Düşünceler


Nesne; fazlalıklarından kurtulduğunda gösterir kendi gerçeğini. İşte o zaman ona yeniden bakmak gerekir daha önce binlerce kez bakılmış olsa da. Görebileni şaşırtır şeffaflığı ve sadeliğindeki yüceliği.

Sadelik ve teklikteki gizem sonsuzdur. Kaos ve kargaşa ise zihni yorar, karışıklığa neden olur. Bu da asıldan, öz olandan uzaklaştırır.


Bulanıklıklar, netleşmeyen belirsiz dünyalar, gözlerde huzursuzluk yerleşmişken ümitler kaybolur ardında çaresizliği bırakarak. Gerçek ve düş birbirinin içine geçer ve ayırmak zorlaşır.


Gerçek bazen tam olarak kendini ortaya koymaz. Gerçek sanılan görünüş aldatıcı olabilir. Sert bir kaya ya da duvar arkasında korunmasız olanı barındırır. Duvar veya kaya savunmaya yönelik bir kalkandır ve güçsüz bir varlığı saklar.


Müziğin içindeki renkler, renklerin içindeki notalar, tonların uyumu duyguların ötesine götürür...


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...